Müziğin Parıldayan Elması
Pink Floyd, rock dünyasında benzerlerine çokca rastlanan büyük gruplardan biri değildir. Etkileri, tavırları ve kulaklarda bıraktıkları tınılar ile klasik rock müziğinin ötesine geçip sarsılmaz yer edinmiş, rock müziğinin ötesinde dünya müziğinin mihenk taşlarından biri olmuştur. Q dergisi Kasım 2004 sayısında dünyanın en büyük grubu ilan etti. Bu ilan, grubun birlikte 1994 yaptığı son çalışma olan albüm ve onun konserlerin 10 yıl sonrasında oluşması, müziklerindeki kalıcılığın ne denli güçlü olduğunu gösteriyor.
Amerikada 714 hafta (14 yıl), İngilterede ise 911 hafta (17 yıl) listelerde kalmak, günümüz gençliğine ne ifade eder pek bilinmez ama bunu müzik listeleri ile sınırlı kalmayan tarihi bir başarı diye nitelemek yanlış olmasa gerek. Eğer bir müzik eseri ve sanatçısını değerlendirme kriteri, o müziğin evrenselliği ve kalıcılığı temel alınarak yapılıyorsa, Pink Floyd gerekli koşulları yerine getirmiş eserler üretmiş bir topluluktur.
Pink Floyd ve grubun teknoloji eksenli incelemesini dört ana başlık altında incelemeyi uygun gördüm. Pink Floyd Sound; grupdaki yenilikçi ve deneysel yaklaşımlarını, The Dark Side Of The Moon ve The Wall, teknik gelişmelerle parlayan iki ayrı albüm dönemini, son olarak da grubun konser performanslarını inceleyeceğimiz Pink Floyd Live son bölümümüz.
Pink Floyd Sound
80li yıllarda aldığım bir plak kapağında grupla hiç alakası olmayan sanatçıların yaptığı bir albümde yerli plak şirketimiz Pink Floyd Sound yazarak sattırmaya çalıştığına şahit olmuş bu konuya ilk kez dikkat etmiştim. Demek onların bir çeşit farklı tavırları vardı müzikte. Peki o halde neydi bu Pink Floyd Sound yani müzikal tarz?
1966- 67 yıllarında Londra`da Underground olarak bilinen, günün genel kabul gören değerlerine karşı çıkan toplum kesimlerinin müzikal uzantısını en iyi temsil eden grup olmaları çok fazla zamanlarını almadı. 1967 yılında o tarz toplantıların en aranan grubu olmuşlardı ama bunda müziklerindeki aykırılık kadar teknik yenilikçiliklerinin de etkisi büyük olmuştu. İlk yıllarında Roger Waters – Bas, vokal, Syd Barrett – Gitar ve ana vokal, Nick Mason – Davul ve Rick Wright – Klavye dörtlüsünden oluşan grup, daha kurulduğu ilk yıllarda popüler olan tüm diğer grupların aksine şarkı sözlerindeki farklılık, kullandıkları enstrumanları üzerinde o güne değin yapılmamış deneyler, ses efektleri kullanıp konserlerinde bunlara ışık oyunlarıda ekleyerek şovlarını yaratmaya başlamışlardı. Bu çeşitli elementleri müziklerinde kullanmak onların yıllar içerisinde ayrılmaz bir parçası haline gelmiş ve “Pink Floyd Sound” olarak tanımlanmıştı. İşte bu elementler
- Çevresel (Ambient) Sesler; İnsan sesleri, bir arının sesi, mutfakta iş yapan biri, makina sesleri, kalp atışları, saat sesleri ve sayelerinde bir dönem çok meşhur olan helikopter sesi, çeşitli hayvan sesleri kısacası doğada ve günlük yaşamda karşılaşılan her türlü ses onların müziklerinin bir parçasıdır.
- Kavramcılık; Grubun ilk yıllarında her parçanın arkasında bir fikir olmuş ancak bu fikirler zaman içerisinde gittikçe büyüyüp bir şarkıya sığamayacak hale gelmiş, bir albümün tamamını kaplamaya başlamıştı. Roger Waters’in söz yazarlığını elegeçirmesiyle birlikte her albümün bir konusu ve savunduğu bir düşünce yapısı oluşmuştur. Bunun sonunda bir albümde dünya, insan ve zaman kavramı, bir diğerinde duvar bir konsepti olmuştur.
- Deneysellik; Grup elemanları her albümde yeni sesler ve efektler deneyip bunları kullanmayı çok benimsemişlerdi. İlk synthesizerler ve elektronik bir çok efekt onların ilk zamanlardan beri en ilgi duydukları gereçlerdi. İlginç olan, tüm bu efekt ve seslerin günümüzde de orjinalliklerini sürdürüyor olmaları.
- Parça Giriş / Çıkışları; Hemen tüm Pink Floyd albümlerinde giriş ve parçanın dinleyiciyi kavraması 30 saniye süren fade-in kısmıyla başlar. Bunlar duyulması zor olan sesler, efektlerden oluşur ve giderek dinleyiciyi müziğe odaklamaya başlatan bir şekilde sürer.
- Döngüler; Grup döngüleri sevmektedir. Genelde bir albümün başlangıç teması bitiş temasıyla aynı olur. Kimi zaman bu temalar ara ara kendini gösterir sonra yok olur. Örneğin, The Wall albümünün en sonunda Waters’in zor duyulabilen sözleri albümün en başındaki sözün başlangıcıdır. Böylelikle albümün sonu başına bağlanmıştır.
- Sözler; Waters’in Syd Barrett’den öğrenmeye çalıştığı, direkt, yoğun ve kişisel duyguları özgürce yansıtan ağırlıklı anlatım, adeta şarkıların sözleri olarak yer alır. Sözler genellikle büyük akorlarla desteklenerek bitmez, daha çok uzakta kaybolurlar.
Bu ana başlıklara, grubun nüans ve detaylara düşkünlükleri, önemli buldukları bir bölümü tekrarlama istekleri, Gilmour’un slide gitar’ı ve Waters’ın ters kaydedilmiş gizli mesajları da ilave edilebilir. Bütün bunların ışığında baktığımızda önümüzde incelenecek pek çok konu buluruz her seferinde.
Kayıtlar ve The Dark Side Of The Moon
1967 yılında kurulduklarında yaptıkları müzik.genellikle Barrett’in bitmeyen gitar solo ve deneyleri ile Wright’in Stockhausen etkisindeki org sololarından oluşuyordu. Barrett hernekadar aldığı LSDlerin etkisinde kalarak çalsa da, efektler, ekolar ve bulduğu çeşitli eşyalar, örneğin Zippo çakmak veya cetvel ile denediği slide gitar teknikleri, dönemin psychedelic akımının etkisindeki izleyenler için, ilk kez onlarda denenen ışık oyunları ve şovlarının da etkisiyle Underground müziğinin en etkin isimleri oldular. Evsahipleri ve aynı zamanda o dönemlerde sahne ışıklandırması üzerinde grupla beraber özel çalışmalar yapan ışık dizaynırı Mike Leonard, onlar için sahneye ve üzerlerine garip filmler renkli sıvı yağ projeksiyonlayarak, bugünün rave partilerinin ilk şekli olan etkileşimli sahne atmosferini yaratmış ve o dönemin en çok ilgi çeken konserlerini gerçekleştirmeyi başarmıştır.
1968 yılında grubun kurucusu Syd Barrett, bu aşırı uyuşturucu kullanımı sonrası zihinsel çöküntü yaşadı ve gruptan aşamalı olarak uzaklaştırıldı. Yerine David Gilmour’un alınmasıyla araştırmalarla dolu yeni bir döneme girerler ve bu dönem 1971 yılında yayınlanan Meddle albümüne kadar sürer. Bu dönemde şarkılarını genellikle stüdyoda emprovize ve teknik olanakları kullanarak yaratıyorlardı.
Grup her ne kadar ilk albümden itibaren çalışmalarını İngiltere’nin o yıllardaki en büyük ve Beatles sayesinde en tanınmış Abbey Road stüdyolarında yaparak, işe en üst aşamadan başladıysa da, kayıt teknolojisinde adeta bir çığır açtığı albüm The Dark Side Of The Moon olarak kabul edilir. 4 kanallı kaset kartuşların piyasaya sürülmesi ile quadrofonik ses kayıtlarının gerçekleşmesi sayesinde piyasaya bu şekilde sürülen ilk albümlerden biri bu albümdür. Yaşam stresleri, delilik, ün, para, ölüm temalarından herbiri, o yıllarda Roger Waters’in hayatla ilgili ciddi endişelerinin bir yansıması olarak albümde yerini alacaktır.
Fakat albüm, o yıllarda gelişmekte olan stereo kanallı müzik teknolojisinin en seçkin yapıtı olarak da ilgi çekecektir. Ses sistemleri için bugün bile bir referans olarak kabul edilen albümle ilgili olarak ses mühendisi Alan Parsons bir yorumunda, “İyi albümlerin iyi ve gelişmiş cihazların değil, iyi ve yaratıcı zaman ve ortamların ürünü olduğunu” belirtiyor ve “Pink Floyd ile çalışmak bir ses mühendisinin rüyasıdır ve ben de bu durumdan faydalanmaya çalıştım” diyor. Gösterdiği çabanın karşılığını 1973 yılında “En İyi Kayıt Edilmiş Albüm” Grammy’sini kazanarak aldı. Kayıtları tam dokuz ay süren ve bugün artık üç boyutlu ses örgüsü, kalp atışları, ayak, saat, uçak ve para sesleriyle klasikleşen bu albümdeki efekt kayıtlarından o sorumluydu. Bu kayıtlar hakkında bugün, albümde sıkça rastlanan koşu ve nefes sesleri için asistanı Peter James’i stüdyoda ileri geri koşturarak, ona daha kuvvetli nefes alıp vermesini söylediğini hatırlıyor. Parsons, daha önce 1970 yılında yine Pink Floyd’un oldukça geniş bir müzisyen grubunun katılımıyla Atom Heart Mother albümünün de kayıtlarını gerçekleştirmişti.
Grubun bu albümle yaptığı bir çalışma da, o yıllarda korsan kayıtlar yaygın olmadığı için hazırlamakta oldukları albümü daha stüdyoya girmeden verilen konserlerde çalarak pekiştirmeleriydi. Ancak bunun bir istisnası On The Run adlı parçaydı ve çoğunluğunu ilk ahşap kutulu VCS3 synthesizer’da Waters’in bulduğu nota dizilimini, David Gilmour kendi stüdyosunda yaptığı çeşitli denemelerde değiştirerek bulunmuştu. Parçadaki temel bas ve perküsyon sound’u mono olarak bu cihazdan geliyordu. Bu birçok kişide çok kanallı kayıt yapıldığı düşüncesi uyandırmasına rağmen, tek seferde yapılmış bir kayıttı.
Parsons, “Time” parçasındaki saat “tik tak”larının kayıtlarını da bir antikacı da her saat’i ayrı ayrı kayıt edip seslerini birleştirerek yarattığını söylüyor. Parça Gilmour’un ilk muhteşem gitar solosunu içerir.
Albümün kaydı Quadrophonic sistemlerin (dört kanallı kayıt ve dinleme) kullanılmaya başlandığı bir dönemde gerçekleştirilmişti. Dolayısıyla Money şarkısındaki para efektlerinin her biri dört ayrı hoparlörden dinlenecek şekilde miks edilmişti. O yıllarda Quadrophonic ses sistemlerin fazla tutmayacağı düşünülmemişti fakat bu sayede albüm soundundaki efekt kayıtları üzerinde çok daha ciddi çalışılması gerekti.
Waters, eşine ait bir mutfak çanağına attığı paraların ses samplelarını, günümüzde artık yapılmayan bant kesme tekniği ile tek tek ayırıp yeniden düzenleyerek, sekiz vuruş süresini sağlayacak şekilde bir loop yapabilmek için 4 kanallı Revox teyp bantını bir mikrofon stand’inden geçirerek gerçekleştirdiğini anlatıyor.
David Gilmour’un gitar tonları onun bir tescilli markası haline dönüşmüştür. Parsons, bu tonun Gilmour’un kendi sistemi ile oluşturduğunu çok nadir miks masasından efektlendirdiklerini söylüyor. Yani bildiğimiz o klasik gitar tonunu Gilmour’un Hiwatt Stack anfisi ve Binson Echorec delay cihazı ile oluşuyor.
Us And Them şarkısındaki delay efektini elde etmek için çok uğraştıklarını söyleyen Parsons, o yıllarda digital delay üniteleri olmadığı için Dolby üniteleri ile teyp alignmentlerini farklı süratlerde gerçekleştirmek için saatlerce uğraştıklarını hatırlıyor. Parsons albümün tamamlanmasından sonra grup tarafından konser mikslerinin yapılması için davet edildi ve onlarla iki Amerika turnesi yaptı.
Kayıt masası ise o yılların son sistemi ile özel üretilmiş 16-kanallı EMI masası idi. Parsons kanal sayısının yetersizliği yüzünden kayıtların sık sık bir teypden diğerine aktarmalar yaparak gerçekleştirildiğini anlatıyor. Bu yüzden bugüne değin bu albümde dinlenilen şarkılar ikinci jenerasyon kayıtlardan oluşuyor. 2003 yılında ise SACD formatında yeniden ancak bu kez orjinal ilk bantlar kullanılarak surround olarak yapılan miksler ile yayınlanan albüm gün ışığına çıkardığı sesler sayesinde ilgi topladı. “The Dark Side Of The Moon” albümü 4 kanallı teyp teknolojisinin denendiği albümlerden biri olmuştur. Ancak bu teknoloji ilgi görmedi. Günümüzde Sony’nin başı çektiği bir grup üretici bu kez aynı albümü 5.1 surround teknolojisi ile SACD formatını yaymak için kullanıyor.
Bugün bir çok kişinin sorduğu, “digital kayıt teknolojisinin analogdaki sıcaklığı yakalayıp yakalayamayacağı” sorusuna Alan Parsons’un cevabı, “Neden olmasın?” oluyor. Ona göre albüm “kayıtlarda kullanılan teknolojiden çok dört yetenekli müzisyenin, iyi şarkılar ve iyi fikirlerini bir araya getirmesinden başka birşey değil”. Albümün o yıllarda plak şirketinin isteği üzerine quadrofonik 4 kanal mikslerini yapan Parsons’un bu kayıtlarını grup günümüzde beğenmediği için, 5.1 surround mikslerini, grubun son yirmi senedir ses mühendisliklerini yapan James Guthrie’ye yaptırdılar. SACD formatındaki miksler için albümdeki duygusal havayı korumaya çalışıp çalışmadığı sorusuna Guthrie, “eğer bunu yapmayıp albümü bir bilgisayar oyununa çevirirseniz, bütün bu son teknoloji çok anlamsız olur” yanıtını veriyor.
The Wall
Grubun ilk yıllarından itibaren yürüttüğü ortak üretim yani bestelere ve yapıma eşit oranda katılım ilkesi yetmişli yılların sonuna yaklaşırken bozulmaya başladı. Waters, Gilmour, Mason ve Wright’in solo kariyerleri de o yıllarda başlamıştı. Elemanlar bireysel olarak müzik piyasasındaki konumlarını deneme ve görme şansını aradılar. Ancak Waters’in Animals albümünün kayıtları esnasındaki hırçın dönemi ve diğerleri tarafından egoislikle suçlanmasına götüren olaylar zinciri, The Wall albümünün yapım aşamasında kendini göstermeye başladı. Gruptaki iki ayrı kutubu (Waters ve Gilmour) yatıştırmak için grupta katalizör görevi görecek ve orta noktaları bulmaya çalışacak bir müzik yönetmenine ihtiyaç duyuldu. İşte rock dünyasında çok saygın bir yere sahip olan Bob Ezrin bu aşamada devreye girdi.
Waters, yaşamında etkilendiği olaylardan esinlenerek o güne kadar yaptıkları en sükseli albümün temelini attı. Sahneye seyirci ile arasına bir duvar örme fikri bir çok kişi tarafından alaya alındı. Ancak tüm hayalleri gerçek oldu ve grubun en çok satan albümü oldu. The Wall konserleri ise maliyetinin yüksekliğinden dolayı sadece 17 gösteriyle sınırlı kaldı.
Bob Ezrinin anlattıklarından, David Gilmour’un albümdeki unutulmaz “Comfortably Numb” klasik gitar solosunun kayıt aşamasında Hiwatt ampli ve Yamaha rotating kabinleri kullanıldı sonucuna varılıyor.
Waters, Pink Floyd sonrası da ses teknikleri üzerindeki titizliğini sürdürdü. Albümlerinde Holografik ve Q Sound olarak adlandırılan, müzikte duyulan her bir ses sesin farklı frekanslarını sağ ve sola farklı şekilde geçiktirerek dinleyiciye sesi sadece önden değil farklı noktalardan da gelebilmesini sağlayan teknikleri kullandı. Yalnız bu sonucu alabilmek için milimetrik doğrulukta hoperlör yerleşimine gereksinim vardır. The Wall albümünün prodüktörü Bob Ezrin, albüm kayıtları hakkında, “İnsanlar Pink Floyd’un getirdiği atmosferik, efektlerle dolu filozofik albümleri hep can kulağıyla dinlemeye alıştılar. Bu yüzden Pink Floyd sound’unu elden geçirip yenilemeyi düşünmediğini söylüyor.”
Pink Floyd Live
Canlı sahne şov denildiğinde dünyanın en önde gelen gruplarından olan Pink Floyd geliştirip ilk kullanıcısı olduğu quadrofonik 4 kanallı PA sistemi ile günümüzün surround ses sistemlerini 70li yılların başından itibaren kullandı. Örneğin Money parçasındaki kasa ve para seslerinin her biri 4 kanallı çeyrek inç TEAC teyple tek tek salonun dört bir yanına kurulmuş hoperlörlerden geliyordu. Stadyum konserlerinde de bu tekniği kullanmaya devam etti. Pink Floyd konsere başlamadan önce stadyumlardaki tansiyonu yükseltmek için stadyumun dört bir yanına Quadrofonik olarak yerleştirilmiş hoperlörden bir çeşit gerilim ve heyecan yaratan çim biçme makinasının sesi duyulur. Önceleri uzaktan gelen bu ses konserin başlamasına kadar geçen onbeş dakika boyunca gittikçe artan şiddette sürerek seyircide bir çeşit gerilim yarattıktan sonra ses birden kesilir ve belki de o gerilimden sonra dinlenebilecek en yumuşak Pink Floyd parçası, “Shine On You Crazy Diamond” ile konsere başlarlar.
Konser düzenlemede onlar kadar rahat ve büyük düşünen çok az gruba rastlıyoruz. İlk dönemlerde Vezuv yanardağının eteklerinde taşlaşan Pompeii kentinin kalıntılarında seyircisiz konser videosu kaydeden grup ileriki yıllarda, daha önce hiçbir sanatçının konser vermediği Versailles (Versay) Sarayı ve Venedikte deniz üzerinde kurulan sahnede sıra dışı konserler verdi. 1990 yılında Berlin Duvarı yıkıldığında ise, ancak böyle bir olaydan sonra konser verebileceğini söyleyen Roger Waters’ın Pink Floyd dan ayrı olarak gerçekleştirdiği The Wall Berlin konseri ise bugüne değin yapılmış en büyük konserler arasında yer almaktadır. Waters bunun bir alternatifinin New Yorkdaki Wall Street olabileceğini söylemişti. 2000 yılına girerken uzun süre grubun Mısırda piramitlerde konser vereceği söylentisi yazıldıysa da söylenti olmaktan öteye geçemedi.
1994 yılında The Division Bell albümünün turnesinde 48 şehirdeki 59 konserin tüm biletleri tükendi. Toplam olarak 3 milyon kişi yaklaşık yüz milyon dolar ödeyerek seyretti. (Ardından 48 gece daha çalmak için Avrupaya geçtiler.)
İşte Pink Floyd‘un 1994 yılında gerçekleştirdikleri “The Division Bell” albümünün tanıtım turnesinin sadece Amerikadaki konserlerine ait bazı rakamlar;
Pink Floyd dünya turnesinin Avrupa ve Amerika ayaklarında kullanmak üzere 3 adet sahne hazırlattı. Neden mi? Çünkü her sahnenin kuruluşu yaklaşık üç gün sürüyordu. 18 saat konsere hazırlık, 7 saat toplanma ve tümden sökülmesi ise iki gün sürüyordu. Her sahne 60 metre genişliğinde 22 metre derinliğinde ve 23 metre yüksekliğinde idi ve 3 milyon dolara mal olmuştu. 200 kişilik bir ekip ile dolaşan sahne, yerel olarak da temin edilen güvenlik, catering ve çelik işçileriyle birlikte 500 kişiye ulaşıyordu.
Tüm ekipmanlar 33 tanesi sadece sahne parçaları olan 49 tırla taşınıyordu. Her bir sahnede 250 tonluk metal kullanıldı. Personel 8 otobüs ile seyahat ederken, grup için bir uçak hazır bekletiliyordu.
Kullanılan Sahne ve Işık sistemleri;
- 64 adet Turbosound Flashlight hoperlör kabini,
- 3 Quadrofonik yerleştirme için 12 adet Turbosound Flash ve Floodlight hoperlör kabini.
- 3 Delay sistemi için 16 adet Turbosound Flashlight
- 23 Turbosound monitör hoperlörü
- 8 kişisel telsiz sistemi
- BSS/Turbosound EPC-760 & EPC-780 ampli.
- 232.000 watt hoperlör kapasitesi
- Midas XL-3 Quad Miks Masası
- 2 Yamaha PM 4000 mikser
- Bir Yamaha PM-3000 Quad efekt masası
- 168 giriş kanalı
Sahne, Los Angelesdeki ünlü Hollywood Bowl tiyatrosundan esinlendi. Sahne yapısının ışık oyunlarına müthiş etkisinin fark edilmesiyle, turne için portatif bir versiyonları inşaa edildi.
Işık sistemi;
- 270 Vari*lites,
- 36 telescan,
- 12 Obie Xescans,
- 4 Wynne Wilson Dalek ışığı,
- 4 Gladiator takip ışığı,
- 4 şimşek Işığı,
- 2 Oxford ACL45 lazer sistemi,
- Arka projeksiyon 70mm 10kw, ön projeksiyon Cameleon Teleprojector.
70lerden beri Pink Floyd‘un bir ticari markası haline dönüşmüş yuvarlak dairesel ekran. 1994 yılı itibariyle en büyük sahne ekranı oydu. Çevresi, her gece finaldeki “Run Like Hell” parçasının sonunda patlayacak şekilde yapılmıştı. Aynı şekilde grubun simgesi haline gelen dev domuz balonu Animals döneminden beri grubun konserlerinde gözlerinde yer alan projektörler seyircilere döndürülerek gerilim yaratılıyor.
Yarattıkları az sayıdaki albüme rağmen tarzları ve tavırlarıyla müzik tarihinde unutulmaz bir yer edinen Pink Floyd’un Roger Waters haricindeki elemanlarından gelen haberler grubun sadık dinleyicilerini pek memnun etmiyor. Sadece Gilmour çeşitli yardım kuruluşları yararına verilen konserlere konuk müzisyen olarak katılıyor. Waters ise yaklaşık onbeş yıldır üzerinde çalıştığı opera albümünü tamamlayarak yeni rock albümüne başlama hazırlıkları içerisinde. Her ne şekilde olursa olsun, onlar bıraktıkları yapıtlarla sonsuza dek dinleyicilerin gözünde parıldayan elmas olarak kalacaklar.
Pink Floyd Sevenlerin Web Uğrağı; www.pinkfloydturk.net
Okan Doğu tarafından hazırlanan ve yönetilen site, 2003 Haziran ayından beri yayında. Grubun Türkiyedeki sevenlerinin tanışma, yazışma, haber alma, paylaşma ve alış veriş ortamı olması düşüncesiyle oluşturuldu. Yıllık onbin hit alan sitenin mail list’ine üye olan 250nin üzerinde üyesi bulunuyor. Grupla veya müzik dünyası ile ilgili haberlerin yanısıra Türkiyede gerçekleşen konserlerin incelemeleri, albümler hakkında kişisel görüşler, bazı indirilebilir ses dosyalarının yer aldığı bölümler bulunuyor. Pink Floyd ve diğer pek çok konuda tartışmaların yapılabildiği bir forum da içeren sitede hem grubun hem de elemanların solo albümleri, video diskografileri, albümlerin Türkçe çevirileri de yer alıyor. Küçük bir bölümü İngilizce olarak da yer alan sitede, Pink Floyd’un albümlerde yer alan gizli mesajları da ses dosyası olarak indirilebiliyor. Sitenin üyelerinin yakın zamanda toplanarak aktif bir grup oluşturma fikri ise hedefleri arasında belirtiliyor.
Pink Floyd Albüm Diskografisi ve Tavsiyerimiz
The Piper At The Gates Of Dawn (Syd Barrett ile) 1967
A Saucerful Of Secrets 1968
More 1969
Ummagumma 1969
Atom Heart Mother 1970
Meddle 1971
Obscured By Clouds 1972
The Dark Side Of The Moon 1973 ***** Mutlaka dinlenmeli
Wish You Were Here 1975 ***** Mutlaka dinlenmeli
Animals 1977 b ***** Mutlaka dinlenmeli
The Wall 1979 ***** Mutlaka dinlenmeli
The Final Cut 1983
A Momentary Lapse Of Reason 1987
The Delicate Sound Of Thunder Live 1989
The Division Bell 1944
P.U.L.S.E. 1995
Volume Dergisi yazısı
Harika bir yazı, muhteşem içerik ve bilgilendirme. Tek konu, yazının başlığı. Ona bakınca Syd Barrett’i anlatıyor sndım. Çünkü malum, o “pırıldıyan elmas” parçası grup tarafından tümüyle Std Barrett için yazılmıştı. Yani, o elmas Syd Barrett, grubun kendisi değil. Bunun dışında, harika bir yazı.
BeğenLiked by 1 kişi
Övgünüz için çok teşekkürler. Dedikleriniz kesinlikle doğru ancak Floyd üzerine bir yazı gerektiğinde Floyd’un da müzik dünyasında Syd’e benzer elmaslıkta bir yer edindiğini düşünerek yaptığım bir espriydi. Tekrar teşekkürler.
BeğenBeğen