Bir Görsel Olay: ‘’Pink Floyd – Duvar’’

Yavuzer Çetinkaya
Sanat camiasında doktor lakabı ile anılan, 1992 yılında 44 yaşında Boğaziçi üniversitesinin havuzunda geçirdiği kalp kriziyle aramızdan ayrılan yurt dışında sinema doktorası almış önemli filmlerin oyuncusu, yönetmeni ve sinema adamıdır.

Emek Sineması’nın fuayesi gençlerle dolu. Uzun Süredir görmeye alışmadığımız oranda. Kızlı, erkekli bir sinema olayını izlemeye gelmişler. Ne güzel.

O sinemanın karşısındas oynayan ‘’Aaaah Belinda’’ filiminin izleyicileri ile çıkşlarda ünlü Yeşilçam Sokağı’nın başında İstiklal Cadddesi’ne çıkmadan önce kümelenmeleri, ‘’Film, sinemada izlenir’’ diyenlerin yüreğini coşturuyor.

Her ne denli daha lüks Lale inşaat nedeniyle kapalı yada kiralıksa, Saray Sineması’nın afişlerile soluyan fener tahtaları bir duvar gibiyse, gençler izlenmeye değer filmleri görmeye geliyorlar, gelecekler. Çevrelerine örülmeye çalışılan duvarları şu gün için yıkamasalar da aşacaklar. En azından kendi içlerindekini. ‘’Pink Floyd-Duvar’’ filmini izledikten sonra duvarlarla böylesine ilgilenmemiz doğal, değil mi? Ne denli film sanatının olanaklarından büyük ölçüde yararlansalar da, seksen beş dakika süren bir film-klip, yani şarkıların tanıtılması için plak şirketlerince çekilen ve şarkının doğruduğu görsel izlenimleri hızlı bir tartımla potansiyel plak alıcısını heyecanlandırmayı amaçlayan video-kliplere benzer bir görsel olay, ‘’Pink Floyd – Duvar’’.

Görsel olay tanımını yeğlememizin nedeni, filmin gerçekten gerek canlandırma sineması tekniklerini, gerekse klasik film öğelerini, seksen beş dakika boyunca bir an bile nefes almanıza olanak tanımadan, endüstri çağının ve günümüz ‘’rock’’ müziğinin tartımına ulaştıran bir kurgu ile kullanarak, izleyiciyi etkilemesi. Neredeyse Pink Floyd’un müziğini geriye iterek. Öylesine ki, belli bir dünya görüşü içeren ama ağır bir şive ile söylendiği için ne denli iyi İngilizce bilseniz bile anlayacağınız şarkı sözlerinin özenle çevrildiği alt yazıları bile bir süre sonra okumaya gerek görmüyorsunuz.

‘’Duvar’’ın Serüveni

Şimdi soralım kendi kendimize nedir bu dünya görüşü diye. Gelişmiş endüstri toplumlarının tüm değerlerinin sarsıldığı İkinci Dünya Savaşı’nın hemen sonrası doğan çocuklar, tutunacakları dalları tüm ergenlik ve yetişkinlik çağlarında aradılar. 1960’lı yılların ortalarında bir yönüyle her şeyini bırakmaya yönelen çiçek çocukları ve bunlara tepki olarak gelişen siyasal eylemciliğin yol ayrımında kararsız bekleşen büyük bir çoğunluğun fantezilerini beslemek için, çığlık atabilecek gücü kendilerinde bulan Beatles sonrası toplulukların hafif dumanlı, bu nedenle gri ama acı çeken ve bu acıyı elektronik ses üretici ve yoğaltıcılar yardımıyla, yığınlara müzikal çığlıklar olarak ulaştıran bir dünya görüşü. Genellikle kara kara kapkara ve gece takılan güneş gözlükleri, ya da gözler üzerine düşürülen kâhküllerle gizlenen bu dünya görüşü, her şeyi para ve metaya dayanan bir düzene karşı duyulan tepkiyi genellikle sert tartımlar ve tiz seslerle dile getiriyordu müzik dünyasında.  Güçsüz kılınmış, yaratıcı gücünü dile getirmesine olanak verilmeyen, çocukluğunun anılarını savaşın ve savaş sonrası günlerinin acıları lekelenmiş ve korkutmuş bir neslin, içine dönüp transistörlü radyoları kulaklarına dayayarak kendileri gibi milyonlarla paylaştığı müziği dinleyerek, kendisine somut koşullarda aradığı yeri fantezilerde arayışıydı bu.

Pink Floyd’un, pamuk tarlalarında çalışan kölelerin bağırlarından kopuo gelen ‘’blues’’ türünün iki ustası Pink Anderson ve Floyd Concil’in ilk isimlerinden esinlenerek kendilerine ad takmaları da rastlantı değil.  Bu topluluk üzerine ülkemizde çağdaş kitle müziği üzerine ender çıkan yayınlardan birisi olan ve konusuna uygun bir içtenlikle Orhan Kâhyaoğlu’nun ve Sinan Güler’in birlikte hazırladıkları ‘’Pink Floyd’’da, topluluk üyelerinin toplumsal gelişme içindeki etkileşimlerinden bağımsız olarak gelişmediğini öğreniyoruz. ‘’Bilinçli bir yöntemle olduğu söylenemezse de duygularını, iç çatışmalarını, yaptıkları müzikle yoğurup, geniş kitlelere çıkmazlarını sanat yoluyla sunmaktı çabaları.’’

1965’lerde kurulan Pink Floyd’un ilk iki yıl gizli beyni olan Syd Barrett’ten sonra grubun çoğu bestelerine ve şarkı sözlerine imzasını atan Roger Waters’ın, topluluk on yıl başarıdan başarıya koştuktan sonra 1977’lerde bir banda kaydettiği bestelerini 1978’de arkadaşlarına dinletmesiyle başladı konumuz olan ‘’Duvar’’ın serüveni. (Topluluğun kuruluş evreleri, üyeleri ve uzunçalarları hakkındaki bilgiler ile bu uzunçalarlardaki sözlerin çevirisini okumak için yukarıda sözünü ettiğimiz yapıtı okumanızı sağlık verip Duvar’a sıçrıyoruz burada.)

Müzikal Bir Psikanaliz

Babasını İkinci Dünya Savaşı sırasında yitirmiş olan Roger Waters, neredeyse müzikal bir psikanaliz diye nitelendirebileceğimiz yapıtlarında kendini ve çaresizliğini deşiyor, kahramanı Pink aracılığı ile.

Pink bir yıldız. Ünlü bir müzik yıldızı. Hayranları olan, parası pulu olan, onlarca gitarı olan bu yıldız yalnız ama. Evrendeki sönmüş ama, daha milyonlarca yıl, ışığı bize gelecek bir yıldız gibi. Bir otel odasında televizyon izliyor. Televizyonu uzaktan kumandalı. Kumanda Pink’in elinde ama seçenekleri televizyon kurumlarının kendisine sunduğu kanallar kadar. O zaman ne yapmalı? En yalnız anlarmızda yaptığımız gibi istesek de, istemesek de beynimizin ve gönlümüzün kanallarının sunduğu geçmişimizin korkularını, tutkularını, karabasanlarını, sevgilerini su yüzüne çıkartmaktan başka. Hoş, onlar biz istemesek de bu güç durumumuzda sanki işleri kolaylaştırır gibi yanıbaşımızda oturuveriyorlar.

Pink de babasını anımsıyor. Kendisini fazlasıyla korumaya çalışan, sevecen ama biraz da bu anacan sevecenliği abartan anasını. Baba özlemini çektiği yerler belki de filmin en dokunaklı yerleri. Küçük Pink’in elleri cebinde, babalarıyla parkta oynayan çocuklara özenmesi, birden gidip hiç tanımadığı bir adamın elini tutuşu, kendi çocuğunu öbür eliyle tutmuş adamın Pink’i itişi, tren istasyonunda savaştan babalarının dönmesini bekleyen çocuklar arasında yapayalnız bekleyişi, çok etkiledi beni. Bu tür sahnelere film boyunca sık sık geri dönülmesi, Pink’in bilinçsizce bir yol gösterici, bir bilinç ışığı aramasının kanıtı mıydı acaba? Bilinçten çok duygular ve duyarlıklar üzerine bir film olan ‘’Duvar’’dan, böylesine bir kesin yargı üretmesini bekleyemesek de, algılayabildiğimiz izlenimleri bir sıraya koyduğumuzda bu yargıya varabiliyoruz. Film zaten öneriden çok karşı olunan olguları sergiliyor.

Ölüm Ya Da Delilik

Aile ocağında aradığını bulamayan Pink’i okulda daha da vahim duvarlar bekliyor. Bir ‘’seri üretim’’ mekanizmasından başka bir şey olmayan eğitim düzeni, büyük domuzların birer domuzcuğa dönüştürdüğü çocukların, tekdüze bir tartımla uygun adım yürüdükleri ve giderek yaşamın gerçek güzellikleri ile insanın yaşamın yaratıcı gizilgüçünden uzaklaştırıldıkları yöntemlerle insan ile yaşam arasında bir duvar daha örüyor. ‘’Hepsi hepsi bir tuğlasın duvarda’’.

Müziğin gücünden yararlanıp bu duvarı aşmak isteyen Pink, ünlü bir yıldız olunca bu ünü başka bir duvar oluşturuyor çevresinde. Çok sevdiği karısının da ardında bırakıp, başkasının, nükleer silahsızlanma için savaşım veren ve yaşamı sevdiği bu ğuraşı ile kanıtlanan bir adamın , kollarına iten bir duvar bu. Kendisinin acılarını ve özgürlük istemlerini gitarı eşliğinden kulaklarına haykırmak istediği kitlelerin müziğin tartımıyla kaçınılmaz bir biçimde yine bilinçsiz bir uygun adım yürüyüşe geçmeleri zıvanadan çıkarıyor Pink’i. Konser denen toplu gösterilerin, görkemli faşizan kitlelerin heyecanından başka tür bir heyecan taşımadığını görüyor. Pink’in beyni de gönlü de taşıyamıyor bu yükü, bu sorumsuzluğu. Fanteziler ne denli renkli görünürse görünsün, bir süre sonra karabasanlara dönüşmemeleri olanak dışı. Dünya şöyle yada böyle gözü dönmüş yığınların şiddeti ile besleniyor sanki. Kendi konserlerindeki yoğun çılgınlık da değişik değil bu şiddetten.

Üstelik bu şiddetin yaratıcılarından birisi de Pink’in kendisi. Artık iyice yalnızdır Pink. Ölüm yada delilik arasında bir tercih yapması gerekir. Ölmeye bırakmadıklarından aklını yitirmekten başka çare bırakmayacaklardır ona. Bu son darbenin doğruduğu ve filmin en can alıcı parçası ‘’Trial – Yargılama’’da, Pink, kendisini duvarı yıkmaya mahkum eder. Ve duvar filmin sonunda yıkılır. Nasıl, hangi yöntemle? Onu bilemeyiz. Herkes kendi duvarını kendi yıkacaktır.

Bana biraz bireysel, duygusal ve kolay gelen bu yaklaşımın nedenlerini ve bu görüşü doğruran toplumsal süreçleri yukarıda zaten vurguladığımızdan, ‘’Pink Floyd-Duvar’’dan bir öneri beklemek gereği yok zaten. Kendilerine ‘’Protest-Karşı çıkan’’ müzik türü dendiğinden bunu anlamak da olası.

Özlemimiz, bir duvarın değil, yaşanası bir dünyanın rengarenk yapı taşlarına.

 

Okan hakkında

PinkFloydTurk.Net admini, Floyd fanı, müziksever, eski ses mühendisi, amatör astrofotoğrafçı.

19 Temmuz 2014 tarihinde Blog, The Wall Analizi içinde yayınlandı ve , , , , olarak etiketlendi. Kalıcı bağlantıyı yer imlerinize ekleyin. Yorum yapın.

Yorum bırakın